14 Temmuz 2019 Pazar

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında 
Masmaviydi gözleri. Gördüm.
Elimi tuttu sonra,
Kızıldı saçlarım,
Sarı değildi onunkiler oysa.
Sözleri bir çarşaf gibiydi, sabahtı,
Benim yanaklarım pespembe,
Onun aklı karışmış.
Saçları gibiydi ellerim
Darmadağın.
Sade hayatlardan geçen
Gökkuşağı kumpanyalar gibiydik,
Aklımdan kuşlar geçti, bir de
Pencere önünden mayıs kedisi,
Çarşafa dolanarak yürüdü.
Hissemize düştüğü kadarıyla bölüştük.
Elimizde bir lokma, aklımızda sade hayatın tadı
Yürüdük. Harikaydı adı.

trigonometrik sancılar


   Debelenmekten yorulduğunda kalp
   En yakın terminalde durdu.
   Sağında solunda kimse yoktu.
   Resti çekti ve
   Kırmızı ışıkta karşı kıyıya geçti.
   Artık düşman esiriydi hissiyatı
   Ve tüm isyanlar tango seyrindeydi.

   Zihin hapishanesinden çalınınca ilhamlar
   Hücre duvarlarını delerek kaçtı
   Elektrikli tellerde çarmıha gerdi şansını
   Kadeh kaldırdı ve
   Kasırgada kopan göbek bağına küfretti.
   Artık aşk logaritmasında bir devirdi kanı
   Ve tüm damarlar tek şeritti...

   Bu bir salgılama çeşidi...


23 Haziran 2019 Pazar

Underwood vs Kirkmanoğlu | Oyunuz Kime? (Zamanlaması Manidar Dizi Yazısı)

Amerikalılar iki tip diziyi çok seviyor; içinde Beyaz Saray geçenler ve Beyaz Saray’da geçenler. Bu diziler dünya izleyicisi tarafından da seviliyor. Bakınız Homeland, The Good Wife, The Good Fight ve hatta The Blacklist bahsettiğim ilk grupta, West Wing, Veep, House of Cards ve Designated Survivor ikinci grupta yer alıyor. Doğrudan ABD başkanına odaklanan dizi sayısı az. Bunların da çizdiği başkanlık ve başkan profili birbirinden oldukça farklı.
Daha sert mizaçlı ve gizli gündemlere sahip bir başkanı, bürokrasi içinde yetişip hırslarıyla kendine kişisel bir gelecek kuran Frank Underwood ve en az onun kadar kötücül eşi Claire Underwood’u işleyen House of Cards final yaptı. Zorunluluktan başkan olan ve sonra elde ettiği bu gücü iyilik uğruna kullanmak için yeniden başkanlık yarışına giren akademisyen geçmişli naif Tom Kirkman’ı konu alan Designated Survivor ise tam iptal edilecekken adeta melek kanatlı Netflix tarafından kutsandı.
Üçüncü sezonuyla 10 bölümlük Designated Survivor’u sizler için bir oturuşta izledim ve kuzenim Ozan Kayahan’ın buralarda bir yerdeki son yazısında diziyi yerden yere vurmalarının aksine, beğendim. Zaten “Amerika’da yaşasaydım başkan Frank Underwood mu Tom Kirkman mı olsun isterdim” sorusuna “kesinlikle Trump değil” yanıtını verecek durumdayız. Bir başka metropol kentin başkanının seçilmesine saatler kalmışken, oradan 700 kilometre uzakta, sizlere iki ABD başkanı örneğinden, her şey çok güzel olacak tadındaki Tom Kirkman’dan ve “savaşta ve barışta her yolu mübah gören” Frank Underwood’tan bahsetmek istiyorum.

O Kadar Da Kurgu Değil

Amerikan suç dramalarının çoğunda Mistır Presidınt’ın “sayın Rus başkanı, bana yapacak başka bir şey bırakmadınız” sözleriyle başlayan uluslararası bir kriz son saniyede kahramanlarımızca engellenir. Başkanlık dizilerinde ise sabah akşam Beyaz Saray’ın Oval Ofis ve Durum Odasının (situation room) bulunduğu Batı Kanadı koridorlarında gezinip daima ve sadece Amerika’nın başına gelen vahim olayları, hep Amerika’ya atılan kazıkları, iç politikada dönen dolapları ve başkanın bunlara verdiği haklı ve güçlü tepkileri izleriz.
“Yok canım, kurgu hep bunlar” dedirten bu sahneler, yerini gerçek hayatta “baktım çok kişi ölecek, saldırıyı erteledim” ya da “uzaylı da olsa insandır” türünden Twitter mesajlarına bırakır ve biz dizilerin imdb puanlarıyla kadro değişikliklerini takip ederken gerçeğe dönüşürler. Underwoodların Durum Odasında (Situation Room) saldırı emri verdikleri anı her izlediğimde, Obama ve H.Clinton’un gerçek Durum Odasında saldırı anını izleyişlerini hatırlarım.
Bizde olsa böyle dizi çekilemez dedirten uçuk Beyaz Saray dizilerinden ilki olan House of Cards, Underwoodların tiranıyla bizi yerden yere vurup hunharca silkeledikten sonra, Claire Underwood’un vahşi dişi yumruğunu suratımıza indirmesiyle sona erdi. Designated Survivor ise çok daha naif, sevgi dolu ve itidalli devlet adamı yorumuyla ideal başkan tiplemesi olan Tom Kirkman’ı hayatımıza soktu.
Kuzenim Ozan Kayahan da dâhil birçok izleyici için vasat ya da Netflix’e geçtikten sonra vasatlaşmış bulunan Designated Survivor, bana göre Kiefer Sutherland’in 24’ten sonraki en başarılı işlerinden. Kuzenimin, diziye eklemlenen LGBT+ çift, biyoterör konusunun başarısız bilimsel açıklamaları ve benzeri eleştirilerini tek tek ele almaktansa Tom Kirkman yorumlarımın içine sindirmeyi tercih edeceğim (dayanamamış olabilirim lakin spoiler endişesi de var tabii.)

Survivor Ama Dominik’te Değil

Öncelikle bu Kirkmanoğlu pardon Tom Kirkman nereden çıktı, nasıl başkan oldu, ona bir bakalım. Tom Kirkman kendi halinde bir bakandır ve akademisyen kimliğiyle sessiz-sakin, vatanına milletine hayırlı bir bürokrat olarak yaşamak istemektedir. Herhangi bir bildirgeye imza atmışlığı yoktur, sadece kentin yoksul mahallelerine yerinde kentsel dönüşüm götürmeyi istemektedir ama seçim vaadi olarak verdiği sözü sonra başka bir söz yüzünden yerine getiremeyecektir. Kongre tarafından designated survivor olarak seçildiğini öğrenir. Bu kavramı biraz açalım. Amerikan devlet yönetiminde paranoid bir anlayış var. Ya bize bir şey olursa… Aslında bir bakıma iyi bir şey, emniyet sübabı da diyebiliriz.
Elli eyaletin senato temsilcileri, başkan ve yardımcısı, kısaca devletin en üst düzeyindeki temsilcileri Capitol Hill (meclis) binasında toplandıklarında aralarından bir kişiyi bu toplantıya almıyorlar. Coca Cola’nın formülünü bilen beş kişinin ayrı uçaklarla seyahat etmesi gibi, bu devletin “bize bir şey olursa çocuklar sana emanet, ocaktaki yemeğin altını kısmayı, bahçedeki kedileri besleyip posta kutusunu boşaltmayı unutma” deme şekli.
İşte Tom Kirkman her zamanki gibi toplantının bitmesini beklerken, olanlar olur. Sanki Nuh Tufanı yaşanır ve devlet üst düzeyi bir bombalama sonucu ortadan kalkar. Halk perişan, insanlar panik, Beyaz Saray’da koşuşturmaca sürerken Tom, eşi Alex ve iki çocukları, birdenbire ortalama kentli bürokrat hayatlarından aşırı güvenlikli Beyaz Saray First Class hayata geçiş yaparlar.

Evrensel Kalp Hırsızları: Trudeau & Kirkman

Peki ama Amerikalılar alışmış geniş omuzlu, sert mizaçlı gözü kara başkana, şöyle yumruğunu masaya vuracak ve make America great again diyerek insanları düştükleri panik çukurundan çıkarıverecek. Üstelik bir yanda muhafazakar, diğer yanda Cumhuriyetçi geleneğin içinden gelmesi ve alışılan teammüllere uygun davranması da beklentiler arasında. Ama Tom öyle mi? Afetin ertesi sabahı, Tom çıkarır kalın çerçeveli akademisyen gözlüğünü, çıkarır kravatını, Capitol Hill yıkıntıları arasında bir beton bloğun üstüne çıkıp insanlara birlik çağrısı yapar: Umudunuzu Yitirmeyin. Umudumuz Var. Gençliğimiz Var. Her Şey Çok Güzel Olacak.
Designated Survivor’a yeni başladıysanız benim gibi sizin de içinizde bir yerde böyle bir kıvılcım uyanacaktır. Ülkeyi Tom Kirkman yönetse ne güzel olurdu diyesi geliyor insanın. Frank Underwood’un tam tersi bir ruhla karakterize edilen Tom Kirkman, bize tam da böyle bir devlet adamı profili çizdi. Amerikan paranoyalarından birinin kurgusuyla başlayan dizide Kirkman, koca bir meclisi ve tepeden aşağı yönetim anlayışını sıfırdan inşa ederek Amerikan halkına birbirinden umutlu birçok mesaj vermeyi başardı. (Size de Justin Trudeau’yu hatırlatmıyor mu diye soracağım ama aklıma hep başkası takılıyor hep! Onun da gözlüğü var. O da hep gülüyor.)
İlk iki sezonunda Tom Kirkman başganın ele aldığı meseleler uluslararasıyken son sezonda seçim yılı geldiğinden elbette içe döndü. Özlenen başgan karakterinin eksikleri üçüncü sezonla giderildi. Ayrıca Kirkman’ın, Alex’in kardeşi Sasha (Jamie Clayton) üzerinden LGBT+ topluluk hakları konusundaki tavrı eklenmiş, daha da önemlisi, üçüncü sezonda belgesel tadında gerçek yorum ve görüntüler de kullanılmış. İşte global söylem işte teknoloji işte yirmibirinci yüzyıl Amerikası. Daha naapsınlar! Netflix #iyiki #şükür senaryoya müdahale etti, bak çok güzel oldu. Zaten her şey de çok güzel olacak. Herkesin dizisine kimse karışamaz. Kuzene cevap hakkı doğdu iyi mi…

Kirkman İlkeleri | Underwood vs Kirkman

Aile önemlidir. Frank Underwood politik bir malzeme olmadıkça ailesini, eşini asla başkanlığının bir parçası olarak görmezken, Tom Kirkman eşi ve çocuklarını neredeyse başkanlığının önünde tuttu. Aile meselelerinin gözler önünde yaşanmasını engellemedi. Yasını da sevincini de herkesle paylaştı. Örnek olarak Claire Underwood ile Alex Kirkman’ın evlilik dışı çocuk meselesinde yaşadıklarına, Frank ve Tom’un bu konuya yaklaşımına bakılabilir.
Bağımsızlık önemlidir. Tom Kirkman’ın halk tarafından sevilip kabullenilmesinin bir nedeni de ülkenin en yetkili ve güçlü insanı olmasına rağmen aynı zamanda sade bir vatandaş olduğunu unutmaması, olaylara halkın gözünden bakabilmesi. Tabii bu yönüyle halkçı olduğunu söyleyebiliriz. Yine de Kirkman partili değil. Tabii kazara başkan olunca olağan seçim dönemine girildi ve Kirkman görevlendirmeyle devraldığı başkanlığı seçilecek kişiye teslim etmeyi düşünürken, tarihsel bir çılgınlığa imza atıp iki partiden de sıyrılarak bağımsız başkan adayı olarak seçimlere girdi. Underwood ise her zaman iki partinin ortasında durup onları birbirine düşürür.
Adalet önemlidir. Tom Kirkman eşi Alex’in hukukçu ve kendisinin de akademisyen olması nedeniyle adalet terazisinin dengede durması konusunda hassas biri. Kullandığı dil, aldığı kararlar ve söylem bakımından “kifayetsiz ve zamanında müdahale konusunda kararsız” görülse de adil olmak konusundaki ısrarı sayesinde Frank Underwood başkanlığıyla karşılaştırıldığında oldukça makul bir başkan çerçevesi çizdi. Tabii Kirkman’ın bu başarısında, kendisi gibi seçilerek değil kazara göreve gelen ekibinin de payı büyük. Gerek basın sözcüsü gerek Özel Kalemi onun daima adil ve temkinli olması için çaba harcadılar. (İki dizide de basın sözcüsü Seth ve çizdikleri karakterler de en az başkanlar kadar dikkat çekici derecede zıt.)
Eşitlik önemlidir. Tom Kirkman insanların her konuda eşit haklara sahip olması, toplumun farklı kesimleri arasındaki eşitsizliklerin giderilmesi, devletin kaynaklarının halk için kullanılması gibi konularda açık söylemleriyle ideal başkan tipine uygun eylemlerde bulunuyor. Frank Underwood ise kendi çıkarına olmayan herhangi bir eyleme imza atmayıp ne yaptıysa o makamda kalabilmek için yapıyor. Örnek olsun, “uzaylı da olsa insandır” türünden bir lafı Underwood’tan duyabilirsiniz, Tom başgandan asla.
Dürüstlük önemlidir. Tom Kirkman kimi zaman halka açıklamasının doğru bulunmadığı bilgileri yine de açıklayabilmek için taklalar atıyor. İnsanlara karşı sorumluluğunun bilincinden bir an olsun çıkamıyor, hatta bu yüzden de ani kararlar almaması, yetersiz kalmasıyla suçlanıyor. Dürüst olmak Kirkman için o kadar önemli ki LGBT+ hakları üzerine bir konuşmasında, meseleyi bir başkan olarak adil ve eşit biçimde ele alabilse de birey olarak kabullenme sürecini henüz tamamlamadığını itiraf edebiliyor. Underwood ise itiraf görünümlü her sözünü politik bir kazanca evriltmesiyle meşhur.
Sonra bir yerde bir şeyler değişiyor. Üçüncü sezonu izleyenler, “yoksa Kirkman yeni Underwood mu olacak” diye sorabilir. Nitekim soruldu da. Üçüncü sezon, başkanlık yarışına giren ve seçim kampanyası denen fırtınanın içinden geçen herkes aynı şekilde değişir mi sorusunu ortaya bırakarak bitiyor. Dördüncü sezonda Tom Kirkman’ın seçilmiş başkan olarak neler yapacağını izleyeceğiz. Üçüncü sezonun bitişinden umutsuz değilim ben. Kuzim Ozan sıkılarak izlemiş Designated Survivor’u, buna üzüldüm. Ama allasen kuzi, acting president Trump’ı hatırlatan Underwood mu Justin Trudeau’yu hatırlatan Kirkman mı deseler ne derdin? (Aa du bak ben böyle birini daha tanıyorum!)

Yarından Sonra

Tom Kirkman’ın da diğer başkanlar gibi dönüştüğünü, Frank Underwood gibi kendi çıkarını düşünen bir başkan haline geleceğini, her şeyin aynı tas aynı hamam olacağını, bunların hep Amerikan oyunu olduğunu, Kirkman gibi insanların sadece kurguda var olabileceğini ve onların da işte böyle iki seçim kampanyasında ortalamaya yaklaşacağını, makam sahibi olanın geldiği yeri hemen unuttuğunu, koltuk denen şeyin insan kimyasını değiştirdiğini… ve bunların benzeri daha birçok şeyi ardı ardına düşünebilirsiniz. Ben öyle düşünmüyorum. Kanıksanmışa inanabilirsiniz. Ben inanmıyorum.
Designated Survivor izlerken de evimden 700 kilometre uzaktaki reel seçime bakarken de, Tom Kirkman’ın Frank Underwood’a dönüşeceğini düşünmüyorum, burnumun dibinde her şeyin çok güzel olacağını söyleyen insanın “diğerleri gibi” olacağını da. Frank Underwood hiç kimseye hesap vermiyordu. Tom Kirkman ise bütün bir halka hizmet edip onlara hesap verdiğini her fırsatta dile getirdi.
Ben içimde bir yerde, tıpkı Designated Survivor’da olduğu gibi bir kırılma yaşandığına, bu kırılmadan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına, büyük balığın hep küçük balıkları yutamayacağına, kısacası kahraman olmak için ille de büyük olmak gerekmediğine inanıyorum (Christopher Walken’a saygıyla).
Şuraya, yazıda geçen iki başkan karakterinin konuşmalarından birer örnek bırakıyorum. Şimdi son düzlükte siz karar verin; oyunuz kime? Ben, gecenin bir yarısında uyku tutmadığından çay koymaya gidiyorum ve biliyorum ki yeterince umudunuz varsa her şey çok güzel olur… Benim oyum Tom Kirkman’a…
Designated Survivor, 1.sezon sonunda başkan Tom Kirkman’ın konuşmasından. İhtiyacımız olan şey sevgi. Vatan sevgisi ve insan sevgisi:
House of Cards, Frank Underwood’un “herkes hak ettiği gibi yönetilir” sözüne yorumu (konuşma arası görüntüler Underwood’un eylemlerinden hatırlatma):

13 Haziran 2019 Perşembe

Yeni Başlayanlar İçin The Blacklist | Verilerle Konuşacağım

İzleyenler biliyor, The Blacklist altıncı sezonunu çok fena bir bölümle tamamladı ve bizi hüzünlü bir bekleyişe sürükleyip arkasına bile bakmadan çekti gitti… Böyle başlamak istedim çünkü son sahnede ağlayasım geldi. Bunca yıldır hayran hayran izlediğim, müziklerini ezberlediğim The Blacklist’in karizmatik Red’ini öyle görmeyi nasıl diyeyim “hiç içim almeyy.”
Yanlış anlaşılmasın, diziyi çok seviyorum. Altıncı sezon sonundan da oldukça memnunum. Hatta ilk beş sezonda “tamam artık, bu konu daha ileri gitmez” minvalinde laf çakan eleştirmenlere inat, öyle bir altıncı sezon oldu ki yedincide neler olacağını tahmin bile edemiyor insan (meraklandırma loading…) Beni üzen, son sahnenin ardından yedinci sezonu beklemek zorunda kalmak. Bu da yapılır mı ama? (meraklandırma overload…) Dizinin hayranları biliyor da yeni başlayacak olanlar varsa spoiler vermeden bilgi vermek maksadıyla bir özet sunayım ve ekibi tanıtayım.

Fedoralı Centilmenin Yeni Nesille İmtihanı

Her bölüm başında siyah zeminde önce dizinin yaratıcısı Jon Bokenkamp’in adı ve sonra o bölümdeki Kara Liste üyesinin ad ve liste numarası yer alıyor. Nedir bu Kara Liste derseniz, ana karakterimiz olan yılların aranan kaçağı, suçluların dünya çapında eli kolu, vücuttaki damar ağı gibi zilyonlarca ticari ve kriminal bağlantıya sahip Raymond Reddington kendisini uzun yıllardır kovalayan FBI ekibine bir teklifle gelip (açık ol Arzu resmen nanik yaparcasına bir yöntemle teslim olup) bazı şartlar karşılığında birçoğu uluslararası arenada aranan suçluyu yakalamalarını sağlayabileceğini söylüyor. Plan net. Ben bilgiyi vericem sen kelepçeyi takıcan. Karşılığında ben de selbes gezicem.
White Collar esintisi taşıyor bu ilk dakikalar. Ama karşımızda Neal Caffrey kadar atılgan biri yok, yaşı gelmiş altmışlara. Ağır adımlarla yürüyor, hiçbir şey için acelesi yok ve kentin yarısını havaya uçuracak bir bombanın etkisiz hale getirilmesi için önce bulunması gerekiyor. Raymond Reddington 80’li yıllarda bıraktığı istihbarat teşkilatının son model sistemine kısa sürede uyum sağlıyor ve çarkları kendisi için döndürmeyi başarıyor.
Kim bu suçlular derseniz, oh mondiyö kimler yok ki! Spoiler olmasın ama o listeye hiç ummadığımız isimler de girecek. Tabii FBI ekibinin müdürü o naif tavrıyla (kendisi dizi boyunca bu görünümüyle sağ gösterip sol vuracaktır) “Redciğim olmaz öyle, kim bu kötü çocuklar haydi haydi söyle” deyince Red başlıyor anlatmaya. Hayır hayır, yazılı liste ekinde değil, tamamen Red’in zihninde ve onun belirlediği bir sıra ile kovalanacak bu suçlular. O yüzden Red listeyi deyim yerindeyse gıdım gıdım, beraberinde tatlı tatlı hikâyeler anlatarak veriyor.

7/24 Mükemmel Bir Suç Dehası

Zaman içinde anlıyoruz ki bu Kara Liste’de sadece FBI’ın kovaladığı kaçaklar ve korkunç adamlar yok. FBI’ın varlığından haberinin olmadığı insanlar var, bazıları dudak uçuklatan suçlar işliyor ve Red tüm bu insanları, secerelerini, tarih, yer, kişi adı ve diğer detaylarıyla biliyor. Bildiği her şeyi anlatıyor mu bunu zaman içinde öğreniyoruz. Kesin olan bir şey var ki Red tam bir suç dehası. Başlarda Raymond Reddington kimdir bildiğinizi sanıyorsunuz ya altıncı sezona gelin öyle görüşelim. Red insanın aklını alıyor.
FBI ile arasında köprü olması için suçlu profili uzmanı (hiç yıllık deneyime sahip uzman) ajan Elizabeth Keen‘de ısrar eden Red, sezonlar boyunca ajan Keen ile arasındaki bağı sık sık sorgulatıyor (bu spoiler sayılmasın ama lütfen). Liz olmadan çıkmam diyor. Bir de şapkasız çıkmam diyor. Öyle ki dizi yayına girdikten sonra Amerika’da Fedora stokları tükenmiş diyorlar. Ama nasıl bir fedora… Derim ki bir fedora bir insana ancak bu kadar yakışabilir.
Fedoralı Red ve güzel yüzlü sempatik ünlü ajan Liz, FBI’ın bu konuyla ilgili bilinmez bir adreste oluşturduğu Görev Gücü (Task Force) ekibiyle birlikte her bölüm ayrı bir numaranın peşine düşüyorlar. Olaylar buradan başlıyor ve tam altı sezondur devam ediyor. Yedinci sezonu da onay aldı. Biraz da karakterlerimizi tanıyalım:

FBI Task Force | Sen Ben Bizimoğlan

Raymond Reddington (James Spader): Has adamımız, eski bir CIA ajanı iken bir karışık işler mişler olmuş, birden hoop bir bakmışsın suçluların aracısı/sorun çözeni olup çıkmış. Kimbilir naaptınız adama! Aforizmalarıyla House of Cards Frank Underwood’u andırsa da Amerikan ellerinin Ramiz Dayısı gibi sabaha kadar anlatsa dinleyebilirsin. Red çok zeki ve bunu belli ediyor.
Ajan Elizabeth (Liz) Keen (Megan Boone): Aslında profil uzmanı ama başına gelmedik kalmadığı için sahadan ofise bir türlü gelemiyor. Öğretmen ve tabiikiside çok yakışıklı olan bir eşi (Tom Keen – Ryan Eggold) var ve tabiikiside bu jön eş siyah çerçeveli bir gözlük takıyor. Yakışıklılığın ve güzelliğin mutluluk için “onpar’etmediğini” Keen çiftinde adım adım görüyoruz. Daha sonra bu Tom arkadaşa başka yerlerde de (The Blacklist: Redemption) rastlayacağız. Elizabeth Keen denince Masha adını da bir yere not almak lazım. Hayır yani nedir, “Amerikalı görünümlü Rus” klişesi Ajan Salt ile bitti sanıyorduk biz. Unutmadan, Ajan Keen çok zeki ama bunu belli edemiyor.
Harold Cooper (Harry Lennix): FBI Görev Gücünün tatlış amiri. Sanırsın anaokulunda müdür. Sevimli mi sevimli, nazik mi nazik. Ama sinirlendirme. Ama damarına basma. Zımbığı öyle bir indiriyor ki Adalet Bakanından CIA ve FBI başkanlarına hatta ABD başkanına bile posta koymuşluğu var, gerisini siz anlayın. Red ile aynı jenerasyondan sayılırlar, birbirlerinin çok nazını çekecekler, kanka olmasalar da birbirlerine saygı ve hayranlık duyuyor, arkalarını kolluyorlar. Amir Cooper çok zeki ve bunu ne kadar çabuk anlarsanız o kadar iyi. Gözünüzü ondan ayırmayın.
Donald Ressler (Diego Klattenhoff): Bir suçlunun peşinden yeterince uzun süre koşarsan ona benzersin diye bir atasözü olsa, ajan Ressler bunun kanıtı olurdu. Raymond Reddington’ı en uzun süre kovalamış, ona asla inanmayan ve kanmayan ama en az onun kadar suça bulaşan bir arkadaşımız (spoilerimsi). Şaka şaka. Ajan Ressler soğukkanlı ve tecrübeli bir ajan. Ekibin ağır ağabeyi. Çok zeki ve bunu belli etmiyor. Bir de soğuk nevale olmayaydı…
Samar Navabi (Mozhan Marno): Adından da anlaşılamadığı üzere kendisi MOSSAD’ın izniyle FBI Görev Gücüne katılmış, esmer güzeli aşırı karizmatik bir abla. Sert mizacı, erkeksi tavırları ile etrafına korku salabilen, sevmeyi bilen ama koşturmacalı ajan işlerinden buna vakit bulamayan, sonunda gönlünü olmadık kişilere kaptıran ve beni benden alan bir karakter. Reddington’a güvenmeme konusunda iki numara. Ay bu Samar’ın başına neler gelmeyecek ki… (dur Arzu, o Elizabeth olacaktı, baş başrolden rol çalma).
İlerleyen bölümlerde Samar’ın MOSSAD’tan bir arkadaşıyla (Levi Shur) tanışacağız, arada görünüp kaybolacak, işte ben o arkadaşın hastasıyım. Buradan sesleniyorum: Oded Fher sen nasıl bir insansın! Ajan Navabi zeki değil akıllı, hem de çok fena. Boşuna MOSSAD ajanı olmamış yani.
Aram Mojtabai (Amir Arison): Kendisi FBI ekibinin bilgisayar dehası. Bilgisayarda attığı taklaların hızıyla konuşmayı başarıyor ve hep kıl payı kurtarıyor. Saha ajanı olması biraz zor. Yahu panik atak sahibi, nasıl ajan olsun? Ama sonunda turnayı gözünden vuruyor. İkisinden birden hem de. Hele beş ve altıncı sezonlarda Aram beni çok ağlattı (buraya Seven Ne Yapmaz şarkısı gelsin.) Ajan Mojtabai aşırı zeki ama bunu ancak plaza çalışanları gibi eziyet altında ortaya çıkarabiliyor.
Dembe Zuma (Hisham Tawfiq): Afrikanın bağlarından kopup gelmiş iri kıyım bir abimiz. Bir çocuk ruhuna sahip, çok düşünür az konuşur, güldüğünde tüm dünya güldü zannedersin. Reddington’un sağ kolu, manevi evladı, canı ciğeri. Onu korumak için yapmayacağı şey yok. Dembe bir ara bizi üzer gibi oldu ama sonra geçti. Dembe güçlü, Dembe sabırlı ve Dembe çok zeki. Tabii bunu anladığınızda iş işten geçmiş olacak…
Mr.Kaplan: Hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim, görünce anlayacaksınız. Ben böyle başarılı karakter görmedim yalnız… Mr.Kaplan zeki mi? Çamaşır suyunu aşırı tüketmese olabilirdi diye düşünmekteyim.
Bonus: Susan Scott Hargrave. Kendisi hakkında söyleyebileceğim onlarca şeyden yalnızca birini buraya bırakıyorum: Famke Janssen sen bizim her şeyimizsin!

Kadınlar vs Erkekler | Kim Kazanır?

The Blacklist, suçluların sıra numarası aldığı ve teker teker avlandığı, haklının haksıza suçlunun masuma karıştığı, o toz bulutu içinde heyecanı ve temposu çok yüksek bir dizi. Tabii altı sezon sonunda henüz Kara Listenin tamamının yakalanıp yakalanmadığını bilmiyoruz. Çünkü bu liste hep güncelleniyor. Dolayısıyla Arka Sokaklar kadar olmasa da en az on sezon gider bu dizi. Suçun sona ermediği bir dünyada ne Kara Listeler biter ne Raymond Reddington’ın hayatta kalma mücadelesi. Peki, yüzlerce diyebileceğimiz bu Kara Listeliler ile ilgili ne tür istatistikler var? Yazımın sonunda sizleri sayılarla başbaşa bırakıyorum. Buradan çıkarımlar yapabilir, benim gibi “vay be erkekler daha kötü işte İsviçroyalı bilimadamları ispatladı” şeklinde aforizmaları sosyal medya hesabınızdan paylaşabilirsiniz. Lütfen birdizihaber hesabını etiketlemeyi, beni sosyal medyada bulmayı ve takip etmeyi, kanalıma (bir gün açınca) abone olmayı unutmayınız.

Kara Liste Üyeleri (tam liste)

İsmi Açıklananlar (yüzdeler bu sayıya göredir)103
Toplam Kara Listeli Sayısı200 (şimdilik)
Hayatta Olanlar%19,4
Ölenler%49,5
Tutuklananlar%34

Liste Başarısı (tam liste)

Kim YaptıTutuklama%Öldürme %
Ajan Donald Ressler238
Ajan Elizabeth Keen11,23,1
FBI/SWAT167
Raymond Reddington516
Samar Navabi122
Aram Mojtabai11
Dembe Zuma11

Cinsiyetlerine Göre Kara Liste (tam liste)

Kadın%18
Erkek%73
Diğer (listedeki örgütler)%8
*İstatistik veriler www.fandom.com sayfasının The Blacklist bölümünden alınmıştır.

BONUS TRACK:

BONUS VIDEO: The Best of Raymond Reddington I


3 Haziran 2019 Pazartesi

Hayaller Paris, Hayatlar Öyle mi? | Yerli Dizilere Göre Biz

Her şey, altı bölüm polisiye dizisi izledikten sonra kendime “neden yabancı izleyince kendimde bir şeyleri değiştirmem gerektiği hissine kapılmıyorum da iki bölüm yerli dizi izleyince aynadaki aksimi beğenmez hale gelebiliyorum” sorusunu sormamla başladı. Yerli dizilere göre burası Avrupa, hayaller Paris, hayatlar da öyle. Sokaklar tertemiz, trafik açık, yüzler gülüyor. Taksi dediğin elini kaldırınca hemen duruyor ve kesinlikle “ne tarafa” diye sormuyor, tepesi atan için zengin-yoksul herkesin portföyünde garantili bir inziva mekanı mevcut. Kadınlar hep bakımlı; sabah yataktan ışıltılı yüz ve nefis kokan bir ağızla uyanıyorlar. Elinden hiçbir iş gelmez saf ev kızı olarak kodlanan karakter bir anda reklam kampanyası yönetiyor, kitap yazıyor, moda tasarımcısı oluyor.
İşe geç kalmak, metrobüs kabusu yaşamak, aşırı yağmurda telef olmak, güzel ve fakir başrol kızımızın yakışıklı ve zengin başrol oğlanımızla holding girişinde çarpışmasından önce ihtiyaç duyulan o “hayattan bezmişliği” yansıtmak için küçük bir detay. Aynı gerginliği, çıkmadan önce kapıda bulduğu kallavi doğalgaz ve elektrik faturası ile banka hesabındaki kocaman delikle de yaşayabilir. Neden illa otobüslerde telef ediyorsunuz kızcağızı, anlamıyorum. Ama şu kesin; kızcağızımızın oğlancağızla tanışmadan önce hep dibe vurması veyahut sinir küpü olması gerekiyor. Son zamanlarda senaryo yazanlarımızın “çatışma” ve “çelişki” kavramlarından anladığı bu.
Kadınlarımız hep ihtiyaç sahibi. Eğer kendi kendine yetecekse yıkılmadım ayaktayım diyecek ve kuru ekmeğe talim etse de o başı eğmeyecek. Masum ve mağrur değilse zaten dizinin vampirellası olmaya mahkum, onu asla eşofmanla göremeyeceğiz, hep birinci sınıf, hep gece elbisesiyle ofis turları… Esas kızın en yakın arkadaşı olacaksa hep bir bela hep bir eziklikle birlikte gelecek. Bunlar bundle. Ayrılamıyorlar.
İster yerli ister yabancı, dizilerdeki hayatlar ne kadar gerçek hayattan alınsa da hayal ürünü. İzlediğimiz tüm diziler, “bu hikâye gerçektir”, “gerçek hayattan alınmıştır”, “bu dizideki olaylar ve kişiler gerçektir” ibareleri olsun ya da olmasın, bir senaryoya, yani bir iddianın varsayımlarla süslü anlatımına, dayanır. Kısaca, dizi senaryoları istediği kadar “uçabilir” diyebiliriz. Uçmaktan ne anladığımız ise tam bir muamma!

Dizilerde Gerçekçilik

Dizi dünyasından bakınca bazı kısıtlar mevcut, kabul. Örneğin karaktere öyle istediğin mesleği/işi, yaşam alanını hop diye yazamıyorsun. Çünkü gerçekçi olmak zorundasın. Doktorsa mesela, devlet hastanesinde çalışırsa nöbet tutacak, geçim derdi olacak, hasta yakınından şiddet görecek. Öyle suya sabuna dokunmadan, istediği saatte işe gidip gelen ve sadece reçete yazacağı hastaları olan bir doktor ancak özel hastanede, o da eğer hastane sahibine bir şekilde yakınsa (hatta hastane kendininse) mümkün.
Ama…
Mesela Paris kadar güzel bir kentin, Champs Elysee kadar güzel ortamında, bir yalı dairesi ya da rezidans katında, güzel kadınla yakışıklı erkeğin imrenilesi aşk hikâyesini, araya karışan bir dizi Tuncel Kurtiz felsefesiyle, kurşunlar ve uçan tekmeler eşliğinde sunabilirler bize. Sekiz sezon boyunca sürebilir bu hikâye. Arabesk filminin sonundaki gibi bir dizi felaketten geçebilirler. Yeter ki güzel kadın hep yoksul, güçsüz, saf ve yakışıklı erkek de yurtdışından yeni dönmüş ya da yurtdışı görmüş holding sahibi olmasın.
Veyahut da iki yüzyıl sonra yaşayacak dünya insanlarının, yapay zeka yüzünden olası bir yokoluşu engellemek için zamanda geriye gelerek bugüne ayar çekme girişimini izleyebiliriz. Zamanda geri gelebilmenin yaratacağı paradoksu sorgulamaktan dizinin ana temasını, mesajını ve en önemlisi bu işin eğlencesini kaçırabiliriz. Kendimizi kaptırabilirz belki. Kısacası iki örnek de iyi anlatılırsa çok başarılı, iyi işlenirse inandırıcı olabilir. İki örnek de doğru kurgulanmazsa gülünçlük abidesi olarak tarihe geçebilir. Üstelik bu iki durum arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir.

Yamalı Bohça

Sahneler birbirine eklenince ekrandan bakışlarımızı çekemediğiniz kâh heyecanlı kâh romantik anlar sunan bu diziler, parçalar halinde incelendiğinde birbirinden saçma hikâyelerin ve detayların bir araya getirildiği, birbirinden kopuk iddiaların birbirini kovaladığı yamalı bohça gibidir. Her dizi böyledir denemez. Böyle çok dizi olduğu söylenebilir. Yine de biz, bu yamalı bohçanın bir atlas yorgan olduğuna inanmayı seçeriz. Öyle olmasa bunca diziyi izleyen bunca milyon insan olmazdık. Mesela, Hakan Muhafız’ın ikinci sezonunu inadına izleyişimin arkasında, böyle bir atlas yorgan bulma hayali yatar. Yorganı bulamayabilirim ama arayışa saygım var.
Daha doğrusu, böyle olmasa, sadece diziler değil sinema da olmazdı. Fantastik ve bilimkurgu, vampirler ve gelecek yüzyılları anlatan fütüristik diziler de olmazdı. Dizi işi hayal işidir; bir hayali gerçekmiş gibi allayıp pullayıp satma, bizi olmayana olabilecekmiş gibi inandırma sanatı. Şahsiyet‘te yaşı 70lere dayanmış ve Alzheimer pençesindeki bir adamın, onca trajikomik detayın içinde seri katil olabilme ihtimaline inanabilmemiz bu yüzdendir. Hayal ürünü ve gerçeküstücü bir anlatımı gerçeklikle bezeyerek hayata geçirebilme gücü. Buradan hareketle, gerçekçi olma iddiasını dizinin anlattığı hikâye ve onun kurgulanma biçimiyle değil, bunu gerçekmiş gibi anlatabilme gücü açısından eleştirmek lazım. Anneannem bu durumu “hiç başrol ölür mü? hem salçadır o, kan olsa duramazsın” sözleriyle açıklardı.

Mümkünse az mı görüşelim?

Buraya kadar her şey normal. Bana anormal gelen, dizilerin yarattığı sanal yaşamların gerçeğe dönüşü, senaryoların çoğunlukla pazarlama aracı olarak kullanılması ve gerçek hayatta olmayan/olamayacak detayların normalmiş gibi sunulması. Belki de bana anormal gelen, dizileri (özellikle yerli dizileri) neden bu kadar ciddiye aldığımız, bilemiyorum. Sonuçta ben de şu anda oturmuş yerli dizi eleştirisi yazıyorum. Üstelik daha izlenecek onyüzbinmilyon yabancı dizi bölümüm varken.
Bu yazıyı yazma nedenim yaygın bakış açısına eleştiri getirmek; dizilerde bize dayatılan bir yaşamdan bahsediliyor. Diziler bize şunu salık veriyor, böyle yaşayın diyor, kadını şöyle yansıtıyor, şu mesajları veriyor ve benzeri birçok eleştiri var. Böyle deyince, söylemde suç karşı tarafa yükleniyor. Nedir bu suçlar? Diziler bize neyi nasıl yaşayacağımızı dayatıyor. Doğru. Sonra? Biz de o dayatmayı izlememeyi seçme gücüne sahip değiliz. Dolayısıyla kendi içinde yuvarlanarak giden mutlu mesut hayatlarımız, bu yönlendirme ve dayatmadan kötü etkileniyor. Nasıl bir sonuç çıkar buradan? Kimilerinin aptal kutusu diyerek güya dışarıdan ve üsten bir bakış açısıyla izleyenine b.k attığı o kutu, size gerçekten dayatılmış mıdır? Ortadirek (kaldıysa) ve yoksul ailelerin neredeyse tek eğlencesi sayılan televizyon, gerçekten de karşı koyamayacağınız bir dayatma mıdır? Önceki sıralı ifade (italik), hayatınızı edilgen yaşadığınızın ispatıdır. Size sunulanı olduğu gibi aldığınızı, akıl süzgecinden geçirmediğinizi, kendinizi hayatınızın iplerini elinizde tutacak kadar güçlü görmediğinizi söyler. Öyle misiniz? Hiç sanmıyorum.

Sizden İlham Aldık

Oysa dizilerin iddiası tam tersi. Zaten nasıl yaşıyorsak öyle yansıtıyorlar. Yani diziler diyor ki “işte bu, sizin hayatınız.” Popüler bir deyişle “sizden ilham aldık.” Karşı taraf açısından bu söylem de suçu karşı tarafa atmaktadır. Yani izlediğiniz her şey bizden ötürü. Böyle diziler varsa, siz hayatı böyle yaşadığınızdan var. Öyle mi? Sabahları müstakbel sevgili adayı/eş onu hep ışıl ışıl görsün diye daha erken kalkıp yüzüne highlighter ve allık, dudağına nemlendirici sürüp geri yatmak kurnazlığı nereden geliyor? Sahi, biz gerçekten böyle miydik de dizilere konu olduk? Yoksa dizileri izleye izleye onlara mı benzedik? Ben asıl bu meseleyi yumurta-tavuk çıkmazına sürükleyen ve ilk taşı atanın peşindeyim ama du’bakalım…
Aslında, yerli dizilerle bir alıp veremediğim yoktu. Uzun yıllardır yabancısı kadar yerlisini de izlerdim, izlerim hâlâ. Ama gittikçe yerli dizi ekseninden kopuyorum. 2000’li yıllar ve sonrasında bir sezonda izleyecek 10 dizi bulabiliyorken, şimdi iki veya üç diziyle yetiniyorum, bunlardan da birini sürekli izlerken diğerlerini tekrarlardan özet geçmece şeklinde bitiriyorum. Geri kalanını ise daha ilk bölümden terk ediyorum. Gönülsüz ve meraksız biçimde izliyorum. Üstelik, zaman geçtikçe (belki yaştan, belki baştandır) kitleler arasında fenomen olan dizilerle severek izlediğim dizilerin kesişim kümesine giren dizi sayısı bir veya ikiyi geçmiyor.
Senaryolar da heves kırıcı oluyor. Her yeni dizi iddiasıyla ve gümbür gümbür geliyor, birçoğu geldiği gibi gidiyor. Kadrosu veya konusuyla (tutsun veya tutmasın) bunu kesin izlerim dediğim, heves ettiğim dizilerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Devran kötü, ekonomi berbat ve sektör zaten çok yaralı, bunun da etkisi var elbette. Ama asıl, gerçekçilik faktörünün iyiden iyiye zayıflaması ve dizilerin eskisinden daha çok, hatta dörtnala, kapitalizmin liberal döngüsüne hizmet etmek için yarışıyor olmasından kaynaklı, bir izleyici olarak mutsuzum.

Yazı sonu sürprizi

Senarist arkadaşlara henüz yazılmamış birkaç konuyu verip şu bayram öncesi günlerde sevaba gireyim. Yazın üstüne düşülürse yeni sezonda reytingler garanti… Biz de temcit pilavı gibi sürekli aynı konunun pişirilmesinden kurtulmuş olmaz mıyız?
Zengin kız-fakir oğlan ikilemi (Varolmayan Şövalye): Dikkatinizi çekerim, oğlan fakir olacak. Başrol için Özcan Deniz ikna edilebilirse -hazır İstanbullu Gelin de final yaptı- efsane olur. Zira kendisini hiç bir araba tamircisinde çalışan, kıt kanaat geçindirdiği ailesiyle mütevazı bir hayat yaşayan yiğidoğlan rolünde göremedik, hep patron hep CEO. Reytinglerde ilk üç garanti.
Şehre göçen en az üç çocuklu (onun da en az biri para hırsıyla yanıp tutuşan) muhafazakar müştemilat ailesi ile evin eşrafı arasında geçecek Aşk-ı Memnu çakması çelişkiler yumağı. Aşk-ı Memnu’nun onyüzmilyonuncu tekrarı bu hafta başlıyormuş, yoksa kesin reyting starı olurdu bu senaryo.
Son olarak eksikliğini tüm kadınların duyduğuna emin olduğum, pozitif ayrımcı bir konu var: Tüm iç ve dış minnaklar sayesinde başına gelmedik kalmayan, uçan kuştan grip kapan, kocasının zulmünden kaçarak yakışıklı ve mağrur kurtarıcısıyla birkaç sezon kaçma-kovalamacalı arkadaş görünümlü aşk macerası yaşayan “önce anne” kadın. Reytingleri sollamak bir yana, başrolün ev işleriyle ilgili en az üç markadan reklam teklifi garanti!

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Kim Ne Seyrediyor? | Diziler İçin Davranışsal Psikoloji Analizi

Nasıl yaşarsak yaşayalım; ister aralıksız, ister molalarda onbeşer dakikadan hep dizi izliyoruz. Yüzlerce yerli ve yabancı dizi arasından, kim ne izliyor, bu diziler kimler için çekiliyor, siz hangi sosyolojik grupta değerlendiriliyorsunuz bilmek istemez misiniz? Bunu öğrenmenin kolay bir yolu var. Aşağıdaki yazım, yerli ve yabancı dizi izleyicilerinin davranışsal psikolojisi üzerine akademik bir denemşdsadşsa… Başlığı gördünüz ya ciddi ciddi çıktısını alıp okul ödevinize eklemeye hazırlanıyordunuz değil mi köftehorlar sizi… Şaka şaka. İsteyen kullansın valla mis gibi analiz!
Bir gününüz nasıl geçiyor? Her sabah aynı saatte uyanan, hemen bilgisayarın başına geçen, spora hangi gün gidileceğini, çocuğun kurs ücretinin ne zaman yatırılacağını ajandasına not alanlardan mısınız? Yoksa, sabah çocukları okula gönderince biraz evle biraz kendisiyle ilgilenen yeni nesil ev kadını/erkeği misiniz? Belki öğretmensiniz; haftanın iki günü erken çıkıyorsunuz, belki de vardiyalı çalışan bir vinç operatörüsünüz. Öğrenciyseniz başka, memursanız başka program. Torun torba sahibi bir emekliyseniz program yapmadan gelişine yaşıyor olabilirsiniz.
Daha önce ulusal kanalların dizi formatını analiz etmiş, kanalına göre dizileri elekten geçirmiştim. Şimdi de şahane bir izleyici/dizi analiziyle karşınızdayım. Ben kimim, hangi diziyi izlemeliyim diye düşünmeyin, aşağıdaki listeden kendinizi bulun, dizilere bir göz atın. Sevdiğiniz diziler diğer grupta çıktıysa sorun etmeyin, alt tarafı başkalarının hayatını yaşıyorsunuzdur. Bir dizici tavsiyesi; kendinizi kandırmayın, özünüze dönün hemen!

Gizem – Tutku – Macera | Beyaz Yakalı

Telefonunda beş dakika arayla çalacak sekiz alarm kuruludur. Güneşten önce uyanır, jilet gibi giyinir, bir kahve bir poğaçayla plazasının yolunu tutar. En az iki toplantı, sayısız müşteri dırdırı, yetişmeyen işler To Do List’i derken akşamı eder. Arabasıyla trafikte çıldırmayacaksa metrobüs travmasına doğru yol alır. Kapıdan girdiğinde pestili çıkmıştır ve gözleri hasretle yatağını aramaktadır (hep böyle söyler).
Kinoalı salata ve haşlanmış kabakla helmelendirilmiş dana filetosundan iki ısırık alıp ajandasındaki işlere koşar; yalnızım selfiesi çeker, maç özetlerini alır, çamaşır makinesini çalıştırır, annesini arar, saçının boyasını beklerken Netflix‘i açar, ertesi günkü rutin plaza döngüsüne kadar kalan saatlerini dizi izleyerek geçirir (işte bunlar hep uykusuzluk!)
Ortalama bir beyaz yakalı BluTV, PuhuTV veya Netflix’e üyedir ve altyazısını dert etmeden (hıhı evet) internetten de dizi izler. Yabancı kelime dağarcığı geniştir ve polisiye/gerilim dizilerinin ustasıdır. Dizi ve filmler hakkında yabancı basını takip eder, Star Wars’un dizisi çıktı mı ilk bunlar duyar. Spin off, cross over hep bunlarda. GoT final sezonu için pazartesi sendromunu aşarak sabaha karşı 5’te uyananlar bu gruptadır.
Favori Kanal: Star TV ve Kanal D.
Favori dizi: Game of Thrones, House of Cards, How To Get Away With Murder, Agents of S.H.I.E.L.D, Lucifer, This is Us, Westworld, Billions, Narcos, Stranger Things, ille de Friends, ille de How I Met Your Mother… Yerlilerden Ufak Tefek Cinayetler, İstanbullu Gelin, İçerde/Çukur, maziyi özlüyorsa Poyraz Karayel ve Ezel. (Buraya öneri olarak Sense8, Sex Education, The Good Place, Şahsiyet, Bozkır ve Sacred Games’i de ekleyelim.)

Elem – Keder – Gözyaşı | Kamu Görevlisi/Memur

Eski nesil olanlarına kolalı da gömlek a’canım ne güzel yaraşır. Şaşmaz bir rutinleri vardır. Kaynıgillerin ne zaman oturmaya geleceği, çocukların banyosu, hangi kitaptan günde kaç sayfa okunacağına kadar hepsinin zamanı bellidir. İzlenecek dizilerin de katı bir programı vardır. Cuma akşamları mesela, hiçbir yere gidilmez, söz verilmez. Çift olanların evinde en az iki televizyon olur ve eşler ayrı kanallardan ayrı diziler izleyerek bu ayrışmadan daha sonra gururla bahsederler.
Ulusal kanalların dışında nadiren internet dizisi izler. Ortalama dışına çıkanları altyazılı sitelerden hoşlanmaz (çeviriler hep küfürlü arkadaşım!), Netflix’i arkadaşlarıyla paylaşımlı kullanır. Yerli dizilerin çoğuna hakimdir ve dizisinin oynadığı akşam misafir gelmesine ifrit olur. Ertesi gün dairede mutlaka kritik yapılır, cep telefonu melodisi Çukur jeneriğine ayarlanır.
Favori dizi: Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Diriliş: Ertuğrul, Kuzgun, Çukur, Çarpışma, Zalim İstanbul, Leke, Çocuklar Duymasın ve tabii ki Arka Sokaklar. Yabancı dizi takip eden ve özellikle bekar olanlar cuma ve cumartesi geceleri binge yapmayı tercih eder. Bazı cesur memurların dairede cep telefonundan dizi izlediği rivayet edilir. Friends, Lost, Breaking Bad, Walking Dead, House, Supernatural (ertesi gün dairede havası atılacak, Batılılaşma üzerine ahkâm kesilecek.)
Favori Kanal: TRT1, Show TV, Kanal D

Trajik Bir Öfori* | Ev Hanımı/Beyi

Instagram’daki el emeğim göz nurumcular, “prensimin diş buğdayı” tutkunları, “sabah gözümü açıyorum, çocuklar gidesiye evi topla çamaşırları yerleştir inan olsun Gel Konuşalım’a zor yetişiyorum. Sen asıl dünkü Müge Anlı’yı gördün mü yer yurt davasına kaybedivermişler dedeyi, ay neler var” serzenişçileri, uzun reklam aralarından yılmışlar, “ay görüyomusun kadının başına neler geldi Şaziment”çiler bu gruptadır. Sabah açılır o televizyon, akşam bey gelene kadar kapanmaz. Politik şeylerden(!) sıkılmıştır zaten, en iyisi bu dizilerdir.
Ev hanımı profilinin bilmediği yoktur. Şeyma’yı da Avengers’ı da onlara soracaksın. Dizilerdeki son modayı takip eder, satın alamıyorsa örer/diker. İstanbullu Gelin’de Esma Sultan’a öykünür, Kızım’ın ufaklığına bayılır. Aynı premsesi Eslemcansu gibidir. Batı bizi kıskanıyordur, her şey yolundadır, gelsin demli bir çaydır, hayat bir öforyadır (*öfori: anlamsızca mutluluk, ayakların yerden kesilme hali, Erkenci Kuş dişi modu.)
Favori Dizi: Kadın, Sen Anlat Karadeniz, Bir Aile Hikayesi, Kızım, Jet Sosyete, Hercai, Bir Zamanlar Çukurova, Vuslat, Halka, Payitaht: Abdülhamit, 80’ler, 90’lar, Erkenci Kuş, Güldür Güldür, Kanıt, Müge Anlı ile Palu Ailesi, Zahide Yetiş’le Kulunç Tedavisi, Pınar Karahan’la Ay Ne Kadar Beceriklisiniz, Derya Baykal’la Örgü Nakış Dikiş. Gelin Evi, Yemekteyiz, Gelinim Mutfakta, Selena, Sihirli Annem, Pepee, Masha ile Koca Ayı (anne olunca anlarsın…)
Favori Kanal: Fox TV, TV8 ve ATV.

Kontör – Kota ve Süper Olan Her Şey | Öğrenci

Netflix üyeliğinizde boş profil yeri varsa bu arkadaşlarla hemen paylaşın. Eğer altyazı çevirmeniyseniz dizinin yeni bölümü internete düşer düşmez lütfen bütün işinizi gücünüzü bırakın ve imece usulü çeviriverin şuncağız 45 dakikayı. Öyle edebi cümleler gerekmiyor, konuyu anlasa yeter, o zaten çeviri hatalarını bulup sana itinayla çemkirecektir. Ama lütfen “f.ck” yerine “nalet gelsin” yazmayın. Buna çok kızıyorlar.
Online dizi yayıncılığının hedef kitlesidir. Ulusal kanallarla pek işi yoktur. Yerli programları hep YouTube’tan, dizi modasını ve repliklerini sosyal medyadan bölümü izlemeden de öğrenir. Bu yeni nesil çok fena geliyor arkadaşlar. Onları şu cümlelerden tanıyın: Ben hep belgesel, Youtube falan… Yeni bölüm ne zaman düşer abi? Bi’de şu altyazıları halletsenize akşama, haftasonu kurs murs yetişemiyoruz. Kanka sen şu bizim dizinin altyazılısının torentini buldu muydun?
Favori Dizi: Arrow, The Flash, Gotham, iZombie, Supergirl, Preacher, Agents of S.H.I.E.L.D, Daredevil, Jessica Jones, Luke Cage, Agent Carter, Iron Fist, The Defenders, Inhumans, Legion, Cloak and Dagger, Umbrella Academy, Stranger Things, MacGyver, Supernatural, Sense8, Sex Education, American Horror Story, The 100, Jet Sosyete, Güldür Güldür, Bartu Ben, Fi-Çi, Çilek Kokusu, Erkenci Kuş, yetmezse No.309, Yetmezse İnadına Aşk, O da yetmedi Hakan: Muhafız. Kardeşim ne çok diziniz var buna internet mi dayanır? Atiye’ye biraz daha var, siz önce şu sınavları bir verin.
Favori Kanal: TTNET…

4 Nisan 2019 Perşembe

Yeniden Yaşasak Aynı mı Olurdu? | The Good Place

Bu dünyada hatta bu evrende insana dair ne varsa, psikoloji, sosyoloji, teoloji, felsefe, bilim ve gizem de dahil her açıdan mercek altına alan The Good Place, bunu karnınızı tutarak gülebileceğiniz dozda komedi unsuruyla harmanlıyor. Oyunculukları ile beni benden alan The Good Place, genelde ciddi rollerine alışkın olduğum Ted Danson ve kendine has sarkastik Amerikan esprilerinin kraliçesi Kristen Bell’i başka birçok mükemmel oyuncuyla bir araya getiriyor. Burada dizinin eleştirisini veya güzellemesini yapmak istemiyorum zira onu arkadaşım Hafize şurada pek güzel yapmış. Amacım bütün boyutların bir araya geldiği ve iç içe geçtiği (onuncu boyutu da eklemişler, yaşasın!) devasa pancake fabrikasının ortasında durmak. Çünkü burada “söz uçar, yazı iki cihanda hakim bey.”
Diziyi henüz izlememiş olanlar için göndermelerinin pek anlaşılamadığı bir yazı olabilir ama siz her durumda bunu bir de bahara merhaba yazısı tadında okumayı deneyin. Zaten henüz izlemediyseniz yakınından bile geçmeyin, çünkü spoiler :)

Cennete Hoşgeldiniz. Her Şey Yolunda

Kötü geçen bir üç-dört ayım var. Çünkü çeviri, çünkü kış depresyonu, çünkü geleceğin belirsizliği… Aynı anda altı farklı projenin içinden çıkmaya çalışırken bulaşık makinesinin deterjan gözüne kahvemi boşalttığım anlar oldu. Bir gece, her zamanki “güneş doğana kadar” süren yazma eyleminin ortasında, kendimi gün ortasında sanıp gecenin boşluğuna “anneee, bugün pazara gidecek misin?” diye bağırmışım. O sırada uyandım. Neyse ki annem uyanmadı. Siz de bir şey demeyin, çünkü henüz bu olandan haberi yok.
Hayır, uykudan değil, içinde bulunduğum saçma ruh halinden uyandım. Ruhumun derin uykusundan uyandım da denebilir. Sonra bıraktım işi gücü, açtım Netflix‘i ve The Good Place ile tanıştım (ben tanışana kadar üç sezon geçti tabii, siz ilk iki sezonu Netflix’ten, üçüncü sezonu hariçten edinebilirsiniz). Üç gün içinde üç sezonu da bitirdim ve rahata erdim. Henüz bir parmak şıklatmasıyla her şeyi sıfırlayabilen Michael değilim ama evrendeki her sorunun yanıtını biliyorum.

Yeniden Başlasaydık…?

Yaşadığınız hayatı baştan yaşama şansı verilseydi, yine bugüne kadar yaptıklarınızı mı yapardınız? Mesela bugün şansımız olsa, baştan başlasak, o çocukla çıkar mıydık? O okulda okur muyduk? O ormanı keser miydik? Akarsuları kurutur, insanları doğanın kaçınılmaz intikamıyla başbaşa bırakır mıydık?
Good Place (iyi yer/cennetvari), The Bad Place (kötü yer /cehennemvari) ve The Medium Place (hiçliğin ortası) başta olmak üzere farklı bir düzenin var olduğu dizimizde zaman dünya zamanından çok farklı işliyor. Jeremy Bearimy adı verilen bu karmaşık zaman diliminde, ileri ve geri, aynı anda ve hiçbir zamanda yaşayabilen ahiret topluluğu, başlangıçta sadece bir grup insana özel bir ortam kurup işkence çektirmeyi planlarken, evdeki hesap çarşıya uymuyor. Onlar da yeni bir sorunun peşine düşüyorlar. Yeniden başlasalar ne olurdu?
Dünyada yeterince iyilik puanı toplayamamış ama kayda değer kötülükleri de olmayan dört insanı, ahirette The Good Place’te olduklarına inandırsak ve onlara bireysel korkularını ve yaşamları boyunca kaçındıkları her şeyi yeniden yaşatsak, iyi kalmayı seçerler mi yoksa kötülük etmeye devam ederler mi? Yani Michael ve diğer iblisler diyor ki Eleanor, Chidi, Tahani ve Jason’a; sizden dört tane daha var mıdır?
Karar veren ekip fark ediyor ki insanlar ne kadar iyilik yaparlarsa yapsınlar, yaşamın kendisi yeterince karmaşık bir hal aldığı için gerekli artı puanı toplayamıyor. Çünkü dünya eskisi kadar saf/temiz değil. İnsanlar da eskisi kadar masum değil. Siz organik veya vegan beslendiğinizde, çevrenizi temiz tutup canlılara iyi davrandığınızda başka bir deyişle, iyilik amaçlı eylemlerde bulunduğunuzda, bunları oluşturan parçaların içindeki kötülük yüzünden aslında olumlu bir eylemde bulunmuş olmuyorsunuz. Bağış yapıyorsunuz ama para olmadık bir yere gidiyor. Organik domates alıyorsunuz, öğreniyorsunuz ki tarım ilacı kullanılmış. Kaş yapayım derken göz çıkıyor yani. Peki bunun suçu sizin mi?
The Good Place’in iblis mimarı Michael şöyle diyor “tüm insanlar iyi değil, evet. Ama kötülerin tüm kötülüklerine rağmen (onlar The Bad Place’e gitmeye mahkum), diğerleri bir şansları olsa daha iyi olmaya çalışırdı.” Gerçekten öyle mi? Yaşadığınız hayatı baştan yaşama şansı verilseydi, yine bugüne kadar yaptıklarınızı mı yapardınız? Daha iyi biri mi olurdunuz? Evet mi? İyi olmak da kötü olmak da bir seçimdir. Yaptıklarınızın gerçekten iyi olması için de sadece iyilik amacıyla yapılmış olması gerekir.

Subliminal Ne Demek Hocam?

Hatırlarsınız 1-A sınıfının subliminal mesaj taşıdığı gerekçesiyle tercih edilmediği günlerden geçtik. İçinde bulunduğumuz ahval onun eseridir. Oysa ben subliminal mesajlar içeren eserleri ne severim! Öte tarafın, dünyayla ahiretin, arafın ve sair pek de kesin olmayan kavramların hikayesi The Good Place başka bir açıdan, bir uyanış dizisi olarak da izlenebilir. 48 saat sonra örneğin, bambaşka bir hayata uyanabiliriz. Şubat ayının 29 çektiği ama hiçbir süper kanlı devasa yüzyılda bir gelen ay tutulmasının yaşanmayacağı 2020 yılı aramızdan bazılarının hayatlarında zirve sayılacak bir yıl olabilir. Piyangoda tarihin en yüksek ikramiyesi size vurabilir, ekmek almaya giderken ruh eşinize rastlayabilirsiniz (benden duymuş olmayın da Michael öyle bir şey yok onu ben uydurdum diyor, amanın!)
Tüm bunlar yaşadığınız sürece olacakların yalnızca binde biri bile olabilir. Nereden bileceğiz? Bunun imkanı yok. Çünkü bilseydik eğlencesi kalmazdı. Cevabını ancak yaşayarak alabildiğiniz o soruları, yani neyin ne zaman olacağını baştan bilseydik hiçbir zevki kalmazdı yaşamanın. Buraları civcivli yapan şey o devasa bilinmezliği. Bu bilinmezlikte kimileri gelişine yaşarken, kimilerinin yediği ilk kazıkta gardı düşüyor, aman bırak yaa diyor. Ama kimileri var ki onlar asla ama asla iyi insan olmaktan vazgeçmiyor. 300 yıl boyunca sayısız defa farklı kötücül senaryonun içinde kalan Eleanor ne olursa olsun yine kurulan tezgaha uyanıyor ve Chidi’yi bulup iyi olmayı seçiyor. Michael gibi bir iblisin havlu atıp iyiliğin peşinden koşması bu yüzden. Bazıları çok inatçı. Bazıları her şeye rağmen iyi.
The Good Place’i izledim. Henüz bir parmak şıklatmasıyla her şeyi sıfırlayabilen Michael değilim ama evrendeki her sorunun yanıtını biliyorum. Çünkü Janet’in, Cennete Hoşgeldiniz tabelasından 800 kez geçse de kurmaca bir cennette olduğunu kısa sürede çözerek içinde bulunduğu duruma başkaldıran Eleanor’a dediği gibi; “ne kadar insan olursan her şey o kadar anlamını yitiriyor. Ama bu da eğlencenin bir parçası değil mi? Eğer evrenin nasıl işlediği sorusunun yanıtını biliyor olsaydık, hiç eğlencesi kalmazdı. Sadece makinelerin kozmik görevlerini yerine getirmesinden ibaret olurdu. Tıpkı koca aptal bir mutfak robotu gibi. Ama etrafında her şey anlamını yitirdiğinde, anlamı olan bir insana ya da bir şeye rastlamak, senin Chidi’yi bulman gibi, insanı mutlu ediyor.”
Bu rastlantısallık ve pandemonium‘da (kıyamet/cehennemin merkezi) senin için anlamı olan birini/bir şeyi bulmak mümkün. İşte bu yüzden ve hâlâ şu koca yaşlı şişko dünyada saçma olan her şeye rağmen umut var ve hayat yaşamaya değer. (Thanks Janet!) The Good Place’in sonu bahar mı Eleanor Chidi’ye kavuşabilecek mi bunu dördüncü sezonda öğreneceğiz. Bizim sonumuz bahar mı? İşte bunun için galiba kendi bilinmezliğimizi yani pandemonium’u (cehennemin merkezi) kucaklamak gerekiyor. Razı gelmekten bahsetmiyorum. Şu anda burada bulunmanın eşsiz deliliğinde mutluluğu aramalıyız/bulmalıyız. Tabii bunun için Eleanor kadar inatçı olmak da gerekiyor. Sonuçta bir iblisi karşı tarafa geçirmeyi başarmış bir dünyalıdan bahsediyoruz. 800 kez deneme şansımız olmayabilir, içine yuvarlandığımız sahte cennetlerin farkına ne kadar erken varırsak o kadar iyi…

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...