20 Mart 2015 Cuma

Hangi istatistik? (38 kiloyum lan ben!)

Ben ekonomi okudum. İktisat değil, ekonomi. Farkı ne deme. Ben onlarca yıldır farkı bilerek ve acı içinde yaşıyorum. Sen de alış buna. Ben okurken, Çiller başbakandı. Ayrıyetten hocamızdı. Bir ekonomi öğrencisi için öyle bereketli bir dönemdi ki; mesela bazı kavramları ve teorileri grafiklerden ve ekonomi tarihi kitaplarından değil, doğrudan Arjantin ve Şili krizlerine bakarak test edebiliyorduk (öyle diyorlardı bize, hı hı diyorduk, hangi sosyal bilimcinin laboratuar ortamı vardı ki!) Lakin bunları Çiller’den dinlemedik çünkü kendisi full ve part time hocalara nazaran “sometime”hocaydı (zaten sonra başbakan olunca iki işi birden yapamadı. Sakız çiğneyerek bisiklete de binemiyordu. Bir tür anomali işte, idare edin)

Accounting dersinin (muhasebe değil, accounting) hocası Deniz Gökçe’ydi. Şaka değil bacım. Onparmakta on marifet diyebilirsin, Gökçe’nin yapmadığı tek iş sanırım bir mahalle kuaföründe kaş-bıyık-ağdaydı. Bir dersinde vergi dilimlerini ve muhasebeleştirilmelerini anlatırken “bu ülkede vergi kaçıranlar memurlardır. Bakın size göstereyim; işte şuradaki bu ve bu rakamlar var ya gör bak bir memur bunları devlete ödemeyerek vergiyi alenen kaçırıyor” demişliği vardır. Kadın düşmanıdır, yok yok tam tersi, biz kadınlar tiksiniriz böyle erkek kopyalarından. Şahsen, eskiden Asaf Savaş Akat ve Deniz Gökçe’yi aynı ekranda görünce kahve kupası elimde titrerdi, televizyona acıyıp zap yapardım. Şimdi, yaşıyorlar mı onu bile bilmiyorum.

Bunlar beni ekonomist yaptı. Ancak bir de beni iktisatçı yapanlar var. Birincisi, İktisadi Düşünceler Tarihi dersini, Wealth Of Nations kitabının bir kopyasını (kopya derken ilk baskısı nerdeyse) sınıfa getirip “bu kitap ikiyüz yaşından eski, dokunun şu kitaba, hatta koklayın” diyen çılgın bir hocadan aldım. Sadece final sınavı vardı, öğle saatlerinde başlar, (açık kitap usulü), akşam 7 gibi derslikler kapanırken biterdi. Sınav sırasında istersen kantine gider, hocayla geyik yapar veya ofis saatinde yakalayabilirsen sorunun cevabını tartışmak için diğer hocaları kovalayabilirdin. Evine, arkadaşına, bara gitmek bile serbestti, test eden öğrenci olmuştu. Tek soru vardı. “Sizce iktisadi düşünceler tarihi, ölü düşünceler tarihi midir?” Ben hayatta hiçbir zaman bir daha kendimi/aklımı/düşünce algoritmamı böylesine ispat etmek zorunda kalmadım.

İkincisi, ekonometri dersinin hocası ilk dersinde anlatmıştı, ömrüm boyunca unutmam. “Ekonometri ne işe yarar? Ekonometri elinizdeki verileri işleyerek bir iddiadaki öznelerin aralarında olan ya da olmayan bağları ortaya çıkarmanıza yarar.” Sonra durdu. Bir sağa bir sola yürüdü. Tekrar başladı. “Ama eğer bugün buraya sadece test yapmak için geldiyseniz bence gidin. Ekonometri, toplumdaki sorulara ve sorunlara yanıt ararken yaptığınız saha çalışmasını yorumlamanıza olanak sağlayan şeydir. Çözüm üretmeyecekseniz ekonometri hiçbirşeydir.” Dönem ödevi verdi sonra. Ekonometrik analizler yapacaktık. İstediğimiz veriyi kullanabilecektik. Mesela 1975-1993 yılları arası bıdıbıdı verileri ile hedehödö verilerini alıp “bıdıbıdının artması, hedehödönün azalmasına yol açıyor” iddiamızı kanıtlayabilecektik. Bizden önce seksenküsür öğrencinin yaptığı bir işlemdi ve müthiş kütüphanemizin references kısmındaki tez notlarında bir dolu örneği mevcuttu. İsterseniz, demişti. Gerçek bir çalışma da yapabilirsiniz. Sorulmamış bir şey sorun. En azından özgün bir çalışma olur. Özgünlük bizim işimiz! Ben hemen atladım. “Üniversiteye giriş puanı ile üniversiteden mezuniyet derecesi arasında pozitif bir korelasyon vardır.” Nasıl çalışacağımı sorduğunda da “binlerce öğrenciyle aynı kampüsteyim, kendi saha çalışmamı kendim yapacağım” dedim. İnsan bir kez cins olmayagörsün... Sonraki üç ayımı kampüste herkesle tek tek anket yaparak geçirdim. Bu yüzden bir dönem o kampüsten geçmiş herkes beni tanır. “hangi yıl mezun oldun, kaçıncı dönemindesin/kaçıncı sınıftasın, kaç puanla geldin buraya, kaçıncı tercihindi, yıl sonu ortalamaların kaç, sigara kullanıyor musun, sevgilin var mı, bir kulübe üye misin, haftada kaç saat ders çalışıyorsun, ikinci/üçüncü kez aldığın ders var mı vs vs, (hahah bu sorular nerden çıktı demeyin, ekonometri okumadıysanız bilemezsiniz) Neler öğrendim anlatamam...

Üçüncüsü, Büyüme dersi alırken hoca bir ödev vermişti. Ülke seçecektik ve onun son on-yirmi veya elli yılını iktisadi açıdan, büyüme modellerine veya bıdıbıdılarına göre inceleyecektik. Herkes güncel hareketli ekonomileri seçiyor (Arjantin kaynıyor, Rusya’da bir tuhaflık var, ABD banko zaten), iki kişi aynı ülke seçmek yasak olduğundan ülkeler kapış gidiyordu tahtadaki listeye baktım baktım ve olmayana erdim. Afrika, dedim. Hoca baktı yüzüme, are you serious? Dedi. Kızım deli misin? Hakkında en az veriye sahip kıta orası. Ülke bile seçemiyorsun, toptan kıtayı veriyorlar hani belki verileri bir araya getirince birşey çıkar diye. Sınırları kalemle çizilen ülkelerin kıtası. İnat ettim. Haftalarca kütüphanede içinden Afrika geçen kitap bırakmadım. Sonunda Afrika’dan bir büyüme hikayesi çıkarmayı başardım. Söyleyecek sözüm vardı. Söyledim. Hoca notu açıklarken “zorlu çalışmaları seviyorsun, benim seçmeli dersimi alsana” demişti. Gender & Economy diye seçe seçe aldığım bu dersin feminist çalışmalarıyla ünlü bu hocası sayesinde, ısrarın, çabanın ve kadın olmanın bu dünyada ne farklar yaratabildiğini gördüm. Dahası, o dönemde iddialı Afrika çalışmamla Greenpeace veya bir Soros projesine katılmayı düşünecek sapmalara garkolmadım ya artık hayatta bana bir şey olmazdı. (ve evet, Afrika hakkında ilaç firmaları orada deney yapıyorlarmıştan daha fazlasını biliyorum!)

Buraya kadar ne anladığınız değil, ne anlamadığınız önemli.

Bir hikaye var. Karınca yönetilmeden de çok çalışıyordur, arslan der ki bir müdür alayım. Müdür asistan ister, sonra bilgi işlem derken müdüre bir CEO bir de planlamacı falan katılır. Karınca giderek mutsuz olur (neden?) Birgün arslan bakar ki verimlilik düşmüş, hoop karıncayı işten atar... Hikayeyi biliyorsunuz işte. Temel ile Dursun versiyonu da var bunun. İşçiyi atıyorlar geri kalan “bindirilmiş kıtalar”hayatına devam ediyor.

Ne anladınız? Kapitalizm işçisini böyle ilerletmek isterken canına ot tıkıyor veya kapitalizm kendi menfaatine hareket edince saçmalıyor. Ya da belki şöyle denebilir; Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı (eskiden dutluktu şimdi sapsaray oldu oralar...) Lakin ne anlamadığınız daha önemli. Şu da bir haber başlığı yurtdışından-2013 tarihli; “Shanghai suicide hotline come from white collar workers and the unemployed” (Şangay’da intihar hattına başvurular daha çok beyaz yakalı çalışanlar ve işsizlerden geliyormuş) Ne anladınız? O diil de beyaz yakalılara çok ayıp oldu. Ya da kapitalizm hem beyaz yakalının hem işsizin canına okuyor. Ya da kapitalizm mavisi-beyazı tüm yakaları yakıyor. İşsizlik zaten üvey evlat...

Üniversiteden çok önce, ta bebeyken başlayan, “sorulmayanı sorma, görülmeyeni görme, bulunmadığın peşine düşme” hevesimin beni getirdiği nokta buralarda bir yer. Her zaman “Ne Anlamadığınız Daha Önemli.” Sabahtan akşama gördüğünüz o haberlerde, istatistik veriler arasında, kadınların % şu kadarının % bu kadarı şöyle, isveçli bilimadamları buldu erkeklerin % şu kadarında olmayan hedehödö kadınların % bu kadarında da yok demek ki kadınla erkek eşit türünden anketlere bakarken aklınızda bulunsun. Mümkün olduğunca tüm bu medyatik, istatistik, görsel etkili analizlerin,anketlerin veya “aha buldum”ların tek amacı anlamamanızı sağlamak. İstatistik veriyle dolu açıklamaların en önemli görevi, gerçekte olanı sayıların arkasına saklamaktır. Göz boyamaktır, kimi zaman sakinleştirmek kimi zaman heyecanlandırmak ama asla uyandırmamaktır. Gördüğünüzde ya da artık biliyor olduğunuzda sizi yerinizden kaldırıp sokağa çıkartmayan hiçbir istatistik veri ya da ekonometrik analizin kıymeti yok aslında. İntihar edenlerin yüzde bilmem kaçının beyaz yakalı mı işsiz mi olduğunu bilmenin, eğer beyaz yakalıların dertlerini göremeyecek veya işçinin neden daha dirençli olabildiğini anlamaya çalışmayacaksanız, bir anlamı yok. İntiharların çoklukla beyaz yakalı olması bir gerçek, ama anlamı yok. Sen merak etmedikçe, sormadıkça, sen bakılmadık kapı arkasına kafanı uzatıp “yangında ilk kurtarılacak” değil de “feda edilebilir” dolabın muhteviyatını sorgulamadıkça... bunların hepsi birer çöp. Şimdi yazacaklarımı da lütfen bu bağlamda oku:

“Tüm dünyada 20-24 yaş arası kadınların %36’sının 18 yaşına ulaşmadan evlendiği belirtilmektedir. Erken evliliklerin en sık görüldüğü GüneyAsya’da, 15-24 yaş arası kişilerin %48’inden fazlasının 18 yaşına gelmeden evlendiği saptanırken, Afrika’da bu oranın %42 (Doğu ve batı Afrika’da %60’lara varan oranlar bildirilmektedir.), Latin Amerika ve Karayibler’de ise %29 civarında olduğu bilinmektedir. Orta doğu’da erken evliliklerin sık görüldüğü Yemen ve Filistin’de, 18 yaş altındakilerin yaklaşık %50’sinin evli olduğu saptanmıştır.Hindistan’da ise kız çocuklarının %40-60’ını çocuk gelinler oluşturmaktadır. Afganistan’da kızların %54’ü, Bangladeş’te ise %51’i 18 yaşına gelmeden evlenmektedir. Ülkemizde TÜİK evlenme istatistikleri verilerine göre ortalama ilk evlenme yaşı kadınlariçin 2001 yılında 22,2 iken, 2010 yılında 23,2’ye yükselmiştir. Bu oranlar sadece resmi evlilikleri kapsamakta olup, kayıt dışı ve dini nikahları kapsamamaktadır.”
Tecavüz davasında hakime cevap veriyor genç mağdur; "38 KİLOYUM BEN, NASIL DİRENEYİM?" Sahi TÜİK Chi-square testile 38 kilonun ortalama 70-90 kiloya olan direncini “bilimsel” olarak gösterebiliyor mu? Mağdur ifadesinde dünyanın kaç bucak olduğunu göstermiş de o bakımdan.

Size gece gece bu yüzden rahatsız ettim, özür mözür de dilemiyorum, canım sıkkın ancak oh canıma değsin, belki gözümüz açılır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sade Hayat Kumpanyası

Gülüşü güzel, dev aynasında  Masmaviydi gözleri. Gördüm. Elimi tuttu sonra, Kızıldı saçlarım, Sarı değildi onunkiler oysa. Sözleri bir çar...